Ramazan’da Kindergarten’e kitap hediye et Bugün bloguma maddi destek olan biri “Abla inşallah Ramazan sadakası niyetine geçmiştir” dedi. İyiki hatırlattı Ramazan sadakasını. Eğer Kindergarten’e veya Grundschule’ye (ilkokul) giden bir çocuğunuz varsa bu sene Ramazan’da kitap hediye edebilirsiniz okulun kütüphanesine veya Kindergarten grubunuza. Çeşitliliği anlatan çocuk kitapları hala çok az. Bazı Kindergartenlerde ise Müslüman ailelerin hayatını anlatan bir tane bile kitap yok. Weihnachtsspende diye bir gelenek var zaten. Aileler noelde Kindergarten’e bir sürü oyuncak, kitap hediye ediyor. Müslüman aileler de Ramazan’da aynısını yapabilir “Ramadanspende” adı altında. “Acaba yanlış anlaşılır mı?”, “Acaba ne derler?” gibi düşüncelerle kendinizi negatif etkilemenize gerek yok. Kimse yanlış anlamaz, kimse de birşey demez. Tam aksine çok da memnun olurlar. Ailelerin en fazla söz hakkına sahip olduğu bir yer varsa orası Kindergarten. Diğer yandan, pedagogların, eğitmenlerin en önemli görevlerinden biri çocukları geleceğe hazırlamak. Biz şöyle yaptık: Ramazan yaklaştığında gruba haber verdim. “Ramadanspende” vermek istediğimizi ama neye ihtiyaçları olduğunu bilmediğimi söyledim. Bir kaç gün sonra geri döndüler. Oğlumun Kindergarten’i için şöyle bir oyun aldık: Hammerspiel Kızımın Kindergarten’i ise yeterince paten olmadığını söylemişti. Onlara da şöyle bir şey almıştık: Rollschuhe Bir sene sonra Ramazan’a dair kitaplara ihtiyaçları olduğunu söylediler. O günden beri her sene “Ramadanspende” olarak kitap hediye ediyorum. Bu sene son Ramazan hediyemizi verip ayrılacağız Kindergartenden. Şimdiye kadar hediye ettiğim kitaplar şunlar: Meryem feiert im Kindergarten das Ramadanfest Neele und Betül erleben den Ramadan Wir haben Ramadanpost, in Rundumstark in allen Bildungsbereichen Wir basteln eine Gute Taten Box, in Rundumstark in allen Bildungsbereichen (bu sene hediye edeceğiz) (Son iki dergiye abone olmak gerekiyor. Tek bir dergi isteyenlere yazının yazarı olarak sipariş verebiliyorum.) Bunlar dışında Google’a “Ramadan Kinderbücher” yazarak farklı kitaplara ulaşabilirsiniz. Dattelbeere’nin Shop’unda da kitaplar bulabilirsiniz. Bu listede de sıraladığım kitap isimleri var: Linksammlung rundum den Ramadan Senelerdir tanıştığım bütün küçük çocuklu ailelere “Kindergarten’de çokkültürlü, çokdilli projeler yapıyorlar mı?” diye soruyorum. Bazı aileler bilmiyor. Bazı aileler “Hayır” diyor. Bazı aileler ise yapılanları yeterli bulmuyor. Yeterli bulmayan aileler Kindergarten’i destekleyip açıkları kapatabilir. Hediye edeceğiniz her kitap çocuklara okunduğunda çocuklar o konuları eğitmenleri ile konuşacak. Her kitap senelerce Kindergarten’de kitaplıkta duracak. Yirmi otuz sene sonra gelen çocuklara da okunacak. Sadece Kindergarten´e değil, şehrinizdeki kütüphanelere de hediye edebilirsiniz okunmasını istediğiniz kitapları. Kindergarten ve okullar kütüphanelerden de çok kitap alıyor. Hem onlar, hem de diğer aileler bir çok kitaba ulaşabilir Ramazan bağışınız sayesinde. Siz de bir gün torunlarınız olduğunda, kütüphaneye gider otuz sene önce hediye ettiğiniz kitabı elinize alır, torunlarınıza okur, bugünleri anarsınız onunla..
Blog TR
Kindergarten neden çokkültürlü/çokdilli eğitimi destekleyen projeler yapmıyor?
Kindergarten neden çokkültürlü/çokdilli eğitimi destekleyen projeler yapmıyor? Sabah Kindergarten’e girdim. Erzieherin(eğitmen) benimle konuşmak istediğini söyledi. Ramazan hazırlıklarına başlamışlar. Biraz projeden bahsetti. Benden bir tane seccade getirmemi rica etti. Benimle konuşan kişi Frau F. kültürel projelerden sorumlu. Öyle dışardan proje yapmaya gelen biri değil. Ekipten biri. Kindergarten ekipten üç kişiye bu görevi vermiş. Bütün grupları sırayla gezip onları dünyayla tanıştırıyorlar. Yaşadığımız yeri çocuklara tanıtan da onlar. Volkshochschule (Halk Eğitim Merkezi) ile ortak çalışmalar yapıyor, haftada bir gün kütüphaneye götürüyorlar çocukları. Şimdi de sırada cami varmış. “Caminin içi nasıl?” “Müslümanlar nasıl ibadet ediyor?” göstermek istiyorlarmış. Konuşmaya şahit olan kızımın gözleri parladı. “Soll ich dir zeigen wie man betet?” (Nasıl namaz kılındığını göstereyim mi sana?) Frau F.’in oğlu bu hafta annesine göstermiş nasıl namaz kılındığını. Okulda din dersinde bu sene bütün dinleri anlatıyorlarmış. Çok hoşuma gitti bütün dinlerin anlatılıyor olması. Dört sene boyunca böyle olsa ben de çocuklarımı din dersine göndermek isterdim. Hatta keşke din ve etik dersi çocukları bölmeden anlatılsa Drei Religionen Grundschule de olduğu gibi. Börek de yapacaklarmış Kindergarten’de. Frau F.’nin Türk kültürüne olan ilgisini anlamak için özel hayatında Türk kültüründe yaşayan arkadaşları var mı diye sordum. Yokmuş. 35 yaşındaki Frau F.‘nin bu kadar farklı kültürlere ilgisi olmasına rağmen göçmen kökenli arkadaşının olmaması yaşadığımız yerin geçmişini az çok anlatıyor sanırım. Her sene birşeyler yapıyorlar Ramazan’da. Geçen sene hurmalı kek yaptılar. Bir grup keki yapıp hediye paketlerine koyup diğer gruba hediye etti. Gruplar kendi aralarında bayramlaştı yani. Ondan önceki sene de Türkiyeyi anlattılar çocuklara. Ramazan davulu yaptılar birlikte. Kurban Bayramında kuzucuk yaptılar. Ve günlerce çocuklarla bu konuları anlattılar. Çünkü bütün çocukların toplumu tanımalarını istiyorlar. Hemen hemen her hafta yeni bir konu işliyorlar. Düşünün ne kadar çok konu işlendiğini. Ne zaman bir fotoğraf paylaşsam şu soruyla karşı karşıya kalıyorum: Bizim Kindergarten neden böyle şeyler yapmıyor? Pekçok nedeni var aslında. Bazı yerlerde personel tembel. Ekstra bir iş yapmak istemiyor. Bazı yerler ise kırk sene önceki sistemle çocuk bakmaya devam ediyor. Hala çocukları cezalandıran kurumlar var mesela. Bazı yerlerde göçmen kökenli çocukların taşıdığı zenginliğe değil, standard çocuk eğitiminde ‘normal’ görülmeyen yönlerine odaklanılıyor. Zaten çocuk Almanca bilmeden Kindergarten’e başlamışsa aile birçok önyargının kurbanı oluyor. Almanca bilmeyen çocuk bir de hareketli bir çocuksa o çocuğun dili, dini, kültürü değil problemli davranışları konuşuluyor. Diğer yandan böyle yerlerde iki ilgili aile varsa, on ilgisiz aile oluyor. İlgili aileler ilgisiz ailelerin arasında kayboluyor. Hatta ilgili aileler zamanla kurumda küçümseyici davranışlar gördüklerinde geri çekiliyor, mümkün olduğunca iletişim kurmamaya başlıyorlar. Onlar da geri çekilince “çokkültürlülük”, “çokdillilik” projeleri yalan oluyor. Çeşitlilik projelerini önemseyen ama harekete geçemeyen müdürler ise diğer problemleri sıralıyor: Bütçe yok. Personel yok. Var olan personel hastalanıyor. Aynı anda bir kaç personel hastalandığın açığı kapatmak için gruplar birleştiriliyor. Çocukların birçoğu Almanca bilmiyor. Personel diğer kültürlere ilgi duymuyor. Göçmen kökenli personel bile yeni fikirler getirmiyor. Destek olan aile ya yok ya da çok az. Bunlar da benim gözlemlerim: 1-Çocuklarına Almanca öğretmeyen aileler bu görevi Kindergarten’e bırakıyor. Gruplarda Almanca bilmeyen çocukların sayısı arttığında ekip motivasyonunu kaybediyor ve ekstralarla uğraşmıyor. 2-Alman kültürüne ilgisiz davranan, etkinliklere katılmayan aileler, kendi yaşadıkları kültürün de önemsenmemesine neden oluyor. 3-Ailelerin bir kısmı “Vielfalt”, “Diversity”, “Inklusion”, “interkulturelle Erziehung”, “interreligiöse Erziehung” gibi terimlerin ne manaya geldiğini anlamıyor veya önemsemiyor. 4-Bazı aileler için 2-6 yaş dönemi çok da önemli bir dönem değil. Kindergarten’i oyun parkı gibi görüyor. Duvarda asılı mektuplar dışında hiçbir şeyden haberi olmuyor. Hatta bazı ailelerin o mektuplardan da haberi olmuyor. 5-Göçmen kökenli aileler “çeşitlilik” konusunda Kindergarten’i desteklemiyor. Bazı kurumlarda sadece Ramazan Bayramında şeker, kek, poğça gönderiyor aileler. Bu da yeterli değil. 6-Bundan 15-20 sene önce yaşanmış olaylar bugün yaşanmış gibi anlatılıyor etrafa. Bir başkasının olumsuz tecrübesinden olumsuz etkilenen aile kendine şans tanımıyor. “Zaten yapmamışlar, zaten yapmayacaklar” deyip geri çekiliyor, talep bile etmiyor. 7-Bazı ailelerde yanlış anlaşılma korkusu var. Belki de dışlanma veya kendini ifade edememe korkusu. 8-Bazı aileler Kindergarten‘de farklılıklarının dikkat çekmesini istemiyor. Ama evde çocuklarına “Biz Alman değiliz, Türküz” , “Biz onlar gibi değiliz” gibi cümleler kuruyorlar. Onlar kim, biz kim? Madem “onlar” gibi değil çocuk, neden Kindergarten’de “onlar” gibi? Toplumda sürekli “onlar” gibi olan çocuk, sürekli uyum sağlayan çocuk bir gün “Ben kimim?” dediğinde bu soruyu nasıl cevaplayacak? Tiktok’ta gençler bu konularda dertleşiyorlar birbirleriyle. Dinlemenizi tavsiye ederim. 9-Bazı kişiler kendi görüşlerini başkalarının görüşlerinden daha değersiz görüyor. Çocuğunun gelişiminde Kindergarten tarafından eksik bırakılan kısımları görse bile dile getiremiyor. Hele bir de konu din ve dil ise. Küçümsenmekten ve dışlanmaktan korkuyor belki de. (Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Lütfen siz de ekleyin gözlemlerinizi yorumlara.) Her ne kadar aileler kendilerini “Biz Türkler”, “Biz Müslümanlar”, “Biz göçmenler” gibi gruplaştırsa da aslında onları bu etiketler birleştirmiyor. İlle etiketleyeceksek şöyle etiketleyelim: İlgili aileler, ilgisiz aileler Aktif aileler, aktif olmayan aileler Değişim isteyen aileler, değişim istemeyen aileler Konuşan ama harekete geçmeyen aileler, konuşan ve harekete geçen aileler “Ben neler yapabilirim?” diyen aileler, “Banane ya” diyen aileler Aşağıdaki kısım “Ben neler yapabilirim?” diyen aileler için… Ben neler yapabilirim? “Benim Almancam iyi değil” deyip geri çekilmenize gerek yok. Bazen davranışlarınızla da anlatabilirsiniz önemsediğiniz şeyleri. Kindergarten’in önemsediği ve sizin önemsediğiniz özel günlerde çocuklara birşeyler götürebilirsiniz. Zamanla ekip önemsediğiniz günleri fark ediyor ve daha hassas olmaya başlıyor o günlerde. Ramazan’da “Ramazan bağışı” yapabilir, Bu konularda kitaplar hediye edebilirsiniz. Bütün etkinliklere katılmalı, yardım etmeli, diğer ailelerle tanışmalısınız. Tanıştığınız herkes fikirlerinizden haberdar olacak. Bazı insanlar “Hiç böyle düşünmemiştim” diyor anlattıklarınızı duyunca. Zaten genelde küçük çocuklu ailelerle konuşulan konu “çocuk eğitimi” oluyor ve bir şekilde konu çokdilliliğe, çokkültürlülüğe geliyor. İnsanlar merak ediyor evde ne yiyip içtiğinizi 🙂 Mümkünse Elternbeirat’a (Aile Birliği) girin. Ben girmedim çok yoğun olduğum için. Sosyal medya paylaşımlarıyla gündem ediyorum önemsediğim konuları. Önceden Instagram’dan, şimdi Whatsapp’den. Siz de sosyal medyayı kullanabilirsiniz gündem etmek istediğiniz konularda. Motivasyonunuzu kaybetmemek için sosyal medyadan bu konuları gündem eden kişileri takip edebilir, çevrenizle fikir alışverişi yapabilirsiniz. Bizim Kindergarten kapıya bir kutu koymuştu. Herkese çocukların evde yaşadığı kültür ve konuştuğu diller sorulmuştu. Biz de yazıp attık kutuya. Belki müdürünüze bu fikri anlatabilirsiniz. Bir de size önemsediğiniz noktalar sonulduğunda muhakkak önemsediğiniz bütün konuları yazın. Örneğin şöyle: Mehrsprachigkeit, interkulturelle/interreligiöse Erziehung, Medienkompetenz, Resilienz, Inklusion. Diğerlerini (Selbstkompetenz, Sozialkompetenz, Sachkompetenz etc.) zaten her Kindergarten…
Sen Fasching mi kutluyorsun?
Voriger Nächster Sen Fasching mi kutluyorsun? Almanya‘da bugün karnaval kutlamaları sona erdi. Bugün Aschermittwoch. Bir çok kişi bugünden itibaren Ostern’a (paskalya) kadar oruç tutacak. Kimi et yemeyecek, kimi çikolata. Kimi alkolden uzak duracak, kimi şekerli içeceklerden. Kimileri ise sosyal medyadan ayrılacak. Karnaval döneminde neler oldu? İşyerinde başladım karnaval kutlamaya. Grup çalışması yaptığım kadınlara karnavalı anlattım. Meğer hiçbiri bilmiyormuş detayları. Sadece kostüm giyildiğini biliyorlar. İlk karnaval kutlamalarına kızımın yaşlarında (4-5 yaşlarında) katıldım. Babamın güreş kulübünde. Her anı hatırlamasam da annemin eliyle ördüğü beyaz etek ve kazağı hatırlıyorum. Hem kardeşimin üzerinde, hem de benim. Sanırım bizim kostümümüz oydu. Gözümün önüne geliyor bir sahne: Salonda müzik çalıyor. Çevremdeki insanlar gülümseyerek birbiriyle konuşuyor. Gülümseyenlerden biri de babam. Biz çocuklar sandalyelerin etrafında dönüyoruz. Bir de kendi etrafımda dönüyorum. Eteğim dönsün diye. Müzik durduğunda sandalye kapıyoruz. Hiç kostüm giymesem de kızımın kostümlerine olan ilgim buradan geliyor belki de. Yeter ki o etek dönsün. Kinderfasching “Mümkünse evden çıkmak istemiyorum” dediğim bir dönemde karnaval geldi. Önce günlerce “Çocuklarla kutlamaya gitsek mi, gitmesek mi” diye düşündüm. Oğlumun gelmeyeceği zaten belliydi. Kızım ise kostüm giymeyi, kostüm giyen arkadaşlarıyla dans etmeyi seviyordu. Kızımı Kindergarten’den aldım. Kutlamanın yapılacağı salona yürürken içimden geçen ses: “Eve gidelim dese de eve gitsek.” Girdik içeri. Kapıda oturan amcayı gördüğümde yanımda para olmadığını hatırladım. Hiçbir zaman yanına para almayan biri olarak önce kendime kızdım: “Yanında para taşımayı öğren artık” Sanırım bu öğrencilikten kalma bir alışkanlık. İnsan o kadar alışıyorki cüzdanının boş olmasına. Diğer yandan Paypal ve banka kartıyla ödemek bana daha pratik geliyor. O an eşimi arayıp ‘Bize para getir’ derken arkadaşım Diana ile gözgöze geldim. Hemen kalktı ayağa. Bana para verdi. İçeri girdik, yer yok. Oğlu dans pistinde olduğu için onun yerine oturttu beni. Kına gecelerine geç gelip çocukların yerini kapan teyzeler gibi hissettim kendimi. O da kına gecelerine erkenden gidip sandalyeleri çanta ve ceketlerle dolduran teyzeler gibi kutlamaya başlama saatinden 30 dakika önce gelmiş. Hemen aç olup olmadığımızı sordu. Yanımda para olmadığını bildiği için “Yemekleri birlikte alırız” dedi. Bu anı yaşamak, bana bir kez daha farklı kültürlerle ilişki kurmanın hiç de zor olmadığını hatırlattı. İstese beni görmemezlikten gelebilir, uzaktan el sallayıp kalkmayabilir, borç vermeyebilir, yanındaki sandalyeyi çocuğuna ayırmaya devam edebilir, kendi imajını düşünüp başörtülü bir kadınla yanyana oturmak istemeyebilir, yemeğimi ödeme teklifinde bulunmayabilirdi. Sonuçta çocuklarımız üzerinden tanışmıştık. Kindergarten’den ayrılan çocuklarımızla birlikte yollarımız da ayrılabilirdi. Ama o irtibatımızın kopmaması için sürekli mesaj yazıp “Bu hafta görüşelim mi?” demeye devam etti. Bu şekilde ilişkimiz altı seneyi devirdi. Para konusunda „Arkadaşsınız olacak o kadar“ diyeceksiniz belki de. Geçmiş senelerde bu motivasyonla verdiği borçları geri alamamış biri olarak “Bir zahmet böyle arkadaşlık olmasın” diyeceğim bu sözünüze. Herkes borcunu ödesin:) 2 Euro bile olsa. Zor durumda istenen para başka, karşı tarafın ısmarladığı kahve başka, karşılıklı sırayla ödenen hesaplar başka. Masaya oturduğum gibi verdiği borcu Paypalla ödedim. Önce 2 Euro. Sonra içecek için yeniden 2 Euro. “Du bist einfach zu digital” (Çok dijitalsin) dedi bana. Arkadaş kedi olmuş. Diğer anneler ise aslan, kaplan. “Ben kostüm giymedim. Yeterince dikkat çekiyorum zaten başörtümle” dedim, güldüler. Yine koca salonda tek başörtülü kadın bendim. Ama kendimi hiç tuhaf hissetmedim. Kimse somurtmadı. Kimse “Bunun ne işi var burda” der gibi bakmadı. Zaten bir çok aileyi spor kulüplerinden, müzik okulundan, Kindergarten’den tanıyordum. Sadece gülümseyen ve birbiriyle iletişim kuran yüzler gördüm. İnsan yaşadığı yerde ne kadar çok ortamlara girip çıkıyor, ne kadar çevresiyle iletişim kuruyorsa o kadar oralı oluyor aslında. Ve ne kadar oralıysa o kadar sosyal hayata dahil oluyor. Çünkü girip çıkacağı yerlerde tek başına bir masada oturmayacağını biliyor. Ki tek başına da oturabilmeli insan. Çocuklar pistte sahne gösterilerini izledi, biz ise dakikalarca sağlıklı beslenme, spor, sosyal aktivite ve okul muhabbetleri yaptık. Bir ara dans hakkında konuştular. Pek ilgi alanıma girmediği için onlar konuştu ben dinledim, dans kültürüm gelişti. Sonra dans pistine çıkıp kızımla arkadaşlarını izledim. Sık sık evimize gelen kızlar hepsi. Kindergarten’de son seneleri. Bazı kızlarla ayrılacak yolları. Bazılarıyla bir kaç sene daha devam edecekler birlikte olmaya. Sonra? Acaba nereye kadar devam edecek arkadaşlıkları? Çevremde herkes “Ergenliğe kadar” diyor. “Sonra kendileri gibi insanlar arayacaklar çevrelerinde” diyorlar. “Kendileri gibi” olan gençler nasıl gençler olacak? Acaba çokkültürlü ve çokdilli yetişen gençler mi “Kendileri” gibi olacak yoksa Türkçe konuşan Müslüman gençler mi? Acaba bizim yaşımıza geldiklerinde ne hissecekler? Nasıl hatırlayacaklar bu günleri? Ben hala kendimi 5 yaşında dans pistinde diğer çocukların koluna girmiş bir çocuk gibi hissediyorum. Farklı din ve kültürlerle iletişim kurduğumda hayatta kalıyorum. Ama ne zaman yaşadığım ülkenin kültürel etkinliklerime dahil olsam Müslüman çevremden birileri çıkıp “Sen Fasching mi kutluyorsun?”, “Sen Halloween mi kutluyorsun?”, “Sen Weihnachten mi kutluyorsun?” diye soruyor. Ben insan ilişkilerimi kutluyorum. Betül Özdemir www.meryemundmaria.de
“Biz Halloween kutlamıyoruz”
“Biz Halloween kutlamıyoruz” Haftaya Halloween. Yine her yerde karşıma kötü kötü bakan kabaklar, iskeletler, hayaletler çıkıyor. Çevremde birkaç aile büyük Halloween partilerine hazırlanıyor. Bizim Halloweenle yıldızımız hiç barışmadı. O yüzden hiç hazırlık yapmadım. Taa ki iki sene öncesine kadar… Halloween’de zil çaldı. Kapıda duran iki kız: “Süßes oder Saures?” Allahım ne vericem şimdi ben bu çocuklara? Evinde pek şeker çikolata bulundurmayan biri olarak artık ne bulduysam verdim. Oysa kapımızda da bir kabak da yoktu. Sonra anladımki, bizim sokakta kimsenin kapısında kabak yokmuş. Ne yapsın çocuklar, kabak olsa da olmasa da zile basacaklarki şeker toplayabilsinler. Oğlum okula başlayınca Halloween’de kapı kapı gezildiğini öğrendi. İkinci sınıfta o da arkadaşları gibi şeker toplamak istedi. Kostümünü giydi ve çıkmadan şöyle dedi: Ama anne ayıp değil mi zile basıp şeker istemek? Kardeşiyle tek başına gitmeye cesaret edemeyince “Aa bakın teyzeniz gelmiş. Hadi teyzenizle gidin.” dedim. Kendim gitmek istemedim. Sanırım kendim gibi hazırlıksız, mahcup olacak bir komşuyla karşılaşmaktan çekindim. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Pek çok komşu hazırlıksız yakalandığını söylemiş. Hatta bir komşumuz şöyle demiş: “Biz Halloween kutlamıyoruz.” Aaa dedim bu ben. Yani iç sesim. Ben kapıya gelen çocuklara bunu demesem de diyenler varmış. Komşum Müslüman değil. Göçmen kökenli değil. Yaşlı da değil. Çocukları 6. ve 1. sınıfta olan bir baba. Çok yakından tanımıyorum kendisini. Sadece akademik başarılarından haberim var. Profesör olmak üzere. Çocukları olmasına rağmen dahil olmuyorlar Halloween kutlamalarına. İstese bir paket şeker alamaz mıydı o akşam? Alırdı. Ama kökten çözüyor meseleyi. “Biz Halloween kutlamıyoruz” ne demek? Önümüzdeki senelerde de kapımıza gelmeyin demek 🙂 Kaba mı? Değil bence. Çünkü herkes herşeyi kutlamak zorunda değil. Çocukların bunu görmesi de iyi oldu. En azından “Biz neden Weihnachten (noel) kutlamıyoruz?” sorusuna verdiğim “Çünkü herkes herşeyi kutlamıyor” cevabının pratikteki versiyonunu görmüş oldular. Her ne kadar Halloweenci bir anne olmasam da geçen sene zile basacak çocuklara hazırlık yaptım. Sadece iki çocuk geldi. Bizim sokağın yarısı yaşlı, yarısı ise çocuklu. Çocuklu aileler ya Halloween kutlamıyor ya da o akşam evde değiller. Bu sene ise özel paketler hazırlamadım. Marketten üzerinde kabak resmi olan çubuklu çikolata aldım. Halloween’de oğlum sınıf arkadaşının evindeki partiye davetli. Kızım ise haftasonu Kindergarten arkadaşlarının gideceği partiye gidecek. Çocuklar küçükken kararı ben veriyordum. Ama artık onlara soruyorum. „Kostüm giymek istiyor musun?“ “Arkadaşın davetiye gönderdi. Partiye katılmak istiyor musun?” “Arkadaşların sokakta şeker toplayacakmış. Sen de toplamak istiyor musun?” Her ne kadar Halloween’i sevmesem de, çocukların Halloween dönemine eşlik ediyorum. Halloween’i neden sevmiyorum? Çünkü benim için hiçbir anlamı yok. Halloween geleneği inancımla örtüşmüyor. Çünkü kaldıramıyorum. Başım ağrıyor kokular, görüntüler, sesler birbirine karışınca. Kalabalıktan baş ağrısıyla ayrılıyorum. Çünkü kostüm almaktan bıktım. Şimdiye kadar Fasching’de kostüm alıyordum çocuklara. İki senedir Halloween çıktı bir de başıma:) Oğlum hala çirkin sembolleri sevmediği için Fasching’de giyebileceği kostümler giyiniyor Halloween’de. Geçen sene Spiderman kostümü giydi, bu sene de Power Ranger kostümü giyecek. Çünkü jelatinli şekerleri ayırmaktan bıktım. Geçen sene topladıkları şekerleri önce koltuğa döktürler. Yiyemeyecekleri şekerleri ayırdık. Yerine dolaptan alternatifler koydum. Çünkü semboller çok çirkin. Bilinçaltıma çirkin görüntüler yerleştirmek istemiyorum. Mesela şuan gözlerimi kapattığımda çirkin çirkin bakan bir kabak görüyorum. Çünkü günlerdir çirkin Halloween süslerini izliyorum sağda solda. Oysa gözlerini kapattığında denize vuran güneş ışığını izleyen, dağlara kollarını açan, şelale seslerini dinleyen, bedenime çarpan rüzgarı hisseden biriyim. Yaşam kaynaklarımla olan bağımın farklı görüntülerle zedelenmesini istemiyorum. Süslenmek üzere ziyan edilen kabaklar canımı acıtıyor. Halloween dekorlarını bir kutuya kaldırıp her sene kullanan insanlar olsa da çevremde, her sene yeni alanlar da çok. Eskiler nereye gidiyor? Çöpe atılmadığını ümit ediyorum. Kul hakkında girildiğini düşünüyorum. Herkesin dahil olmadığı bir kutlamaya herkes dahil ediliyor. Arabaları ketçap mayoneze bulamak kul hakkı. Birbirini korkutmak kul hakkı. Oğlum 4 yaşındayken gezmeye gittiğimiz şehirde Halloween kutlayanlar sokaktaydı. Yanımızdan geçen Scream maskeli biri eğilip oğlumu korkutmuştu. Ağlayınca çok öfkelenmiştim. Bu nasıl bir eğlence şekli? **** Çocuklar Halloween’in gerçek manasını henüz bilmiyor. Birçok çocuğun da bildiğini düşünmüyorum. Zamanla öğrenecek ve Allah’a inanan insanlar olarak kendimizi kostüm giyerek hasbi ruhlardan korumadığımızı anlayacaklar. Şuanda onları çeken şey, 1) Arkadaşlarıyla eğlenmek 2) Şeker, çikolata toplamak Bazı anne babalar bu tarz alışkanlıkların çocuklarına zarar verdiğini düşünüyor. Bazı anne babalar ise sadece eğlence olarak görüyor. Herkes farklı düşünüyor Halloween hakkında. Herkes farklı kararlar alıyor. Çokkültürlü, çokdinli, çokdilli bir toplumda yaşıyoruz. Çokkültürlü yetişmiş aileler baskın bir kültürle yetişmiş aileler tarafından yargılanmamalı. Baskın bir kültürle yetişmiş ailelerin korkuları çokkültürlü aileler tarafından ayıplanmamalı. Almanya’da sosyalleşmiş Türkiye kökenli insanlar, Türkiye’de sosyalleşmiş insanlarla kıyaslanmamalı. Birbirimizin yaşam tarzlarına ve tercihlerine saygı duymak zorundayız. Kutlamak isteyen kutlasın, kutlamak istemeyen kutlamasın. UPDATE! Bugün 31 Ekim 2023 Çocukların Halloween kutlamaları bitti. Neler oldu bu akşam? Oğlum ve kızım Power Rangers kostümleri giydi. Oğlum 17’de arkadaşının evindeki partiye gitti. Parti yapan annenin ricası üzerine Halloween kurabiyeleri hazırladım çocuklara. Oğlum döndüğünde önce evde oyun oynadıklarını, sonra yolda yürüyüş yaptıklarını anlattı. 12 çocuk, 4 yetişkin. Zile bastıkları pek çok ev şekerlerin bittiğini söylemiş. Pek şeker toplayamamışlar. Yolda korkunç kostümlü yetişkin insanlar görmüş. Eve geldikten sonra odasında tek başına yatmak istemedi. Halloween’in en sevmediği kısmı korkunç kostümlermiş. Benim de.. Kalan bir kaç kurabiyede de sanatsal çalışmalar yaptım:) Kızım çok sevdiği bir arkadaşını davet etti. Babasıyla birlikte geldiler. İki kız ve babalar çıktılar dışarı. Bu kez bizim sakin sokakta değil, hareketli sokaklarda yürümüşler. Bir sürü şekerle döndüler eve. Döktük bütün şekerleri masaya. Jelatinlileri ayırdık. Geriye neredeyse üçte biri kaldı. Fotoğrafı Whatsapp’de paylaştım. Bir kaç anne ‘Biz de ayırdık jelatinlileri, geriye hiçbir şey kalmadı’ yazınca, bir anneye şöyle yazdım: Seneye arabayla Müslüman ailelere götürücem çocukları. Bazı konularda çözüm yolu bulmalıyız. Çocuklarımız Halloween’de şeker toplamak istiyorlarsa toplasınlar. Ya her sene eve getirdikleri şekerleri ayırmakla uğraşacağız ya da Halloween’e dahil olan Müslüman çevremizin zilini çalacağız. En azından çocukların poşetlerine yiyebilecekleri şeker, çikolatalar girmiş olur. En azından her sene jelatinli şeker ayırmak ve çocuklara tekrar tekrar “Bunu yemiyoruz. Bunu da yemiyoruz. Bunu da, bunu da, bunu da yemiyoruz.” demekten kurtuluruz. Kızım şekerlerle eve geldikten sonra Halloween heyecanı bitti. Hemen çıkartmak istedi kostümünü. Misafir kızımız zaten kostüm giymemişti. Onunla oyun oynadılar. Jelatinli şekerleri koymuşlar kapının önüne. Üzerine bir not yazmış misafir kız. Bir süre gelecek çocukları beklediler. Ama kimse gelmedi 🙂 Giderken jelatinli şekelerini yanında götürdü. Sınıfında arkadaşlarına…
“Entegre olmamız lazım”
“Entegre olmamız lazım” Almanya’ya 20 sene önce göçmüş bir anneyle toplumsal konuları konuşuyorduk. Farklı inançlar, farklı diller, farklı kültürlere mensup ailelerde yetişen çocukları, toplumda kabul gören ve görmeyen noktaları konuşurken “Entegre olmamız lazım” dedi. “Birlikte yaşamayı öğrenmemiz lazım.” dedim. Hepimiz bir yerlerde karşılaşıyoruz bu terimle. Herkes farklı hissediyor, farklı yorumluyor. Benim için pek de bir şey ifade etmiyor “Entegrasyon” Bürokratik işlerini tek başına halledebilen biri entegre olmuştur Almanya’ya. Müslüman olmak, Göçmen kökenli olmak, Başörtüyle sokağa çıkmak, Çocuklarla Türkçe konuşmak, Çocuklara mantı, sarma yedirmek, Weihnachten (noel), Ostern (Paskalya) kutlamamak, İnandığın değerleri yaşamak entegrasyona engel değil. Arkadaş seçimi, ortam seçimi, yemek seçimi ise kişisel tercihler. “Entegrasyon” dayatmasıyla yapılabilecek tercihler değil. Türkçe konuşan insanlar Türkçe konuşan insanların arasında kalıyorsa, o ortamlarda Türk mutfağından yemekler pişiriliyorsa, onları entegre olmamakla suçlamak yerine, seçimlerini anlamaya çalışmak gerekiyor. Belki de dikkate alınmadıkları için girmiyorlar farklı ortamlara. Belki de ortamlar yeterince renklenmediği için. Belki de soru cevaplamaktan bıktıkları için. Bir tanıdığım anlatıyor. Müslüman değil kendisi. Büyük bir program yapmışlar yaşadıkları yerde. Dernek çorba hazırlamış davetlilere. Çorbanın içinde tavuk olunca Müslüman misafirler yememiş. Dernekteki arkadaşlara “Bu çorba tavuksuz olmuyor muydu?” demiş. “Madem bir arada yaşamak istiyoruz, birbirimizi dikkate almak zorundayız” dedi. Onun gibi düşünen pek çok insan olsa da toplumda, düşünmeyen de hayli fazla. Bu durumda geriye üç seçenek kalıyor: 1) Dikkate alınmadığın ortamlardan uzaklaşmak. 2)Dikkat çekmeyen konuların dikkat çekmesini sağlamak. 3)Ortama uyum sağlamak. Ben ikinci seçeceği seçen birçok kişiden biriyim. Girip çıktığım her ortamda dikkat çekmeyen konuları gündem ediyorum. Gündem ettikten sonra hala önemsenmiyorsa gitmiyorum. Ama genelde önemseniyor. Neler önemsendi şimdiye kadar? Beslenme şeklimiz Çocuklar 3 yaşından beri arkadaşlarının doğumgünlerine katılıyor. İlk davette açıkladım beslenme şeklimizi. Sadece domuz eti yemediğimizi ve alkol kullanmadığımızı düşünen pek çok kişi bu şekilde “Helal beslenme” ile tanıştı. Namaz vakti Oğlumun arkadaşlarının anneleri her hafta akşam namazı vakti evde buluşmak istiyordu. Önce saatini değiştirmeye çalıştım. Olmadı. Sonra açıkça dedim ki: Ben bu saatte namaz kılıyorum. Ya sizin evinizde de namaz kılıcam ya da biz kışın katılamayız bu buluşmalara. Arkadaş “Nerede istersen kılabilirsin” dedi. Ramazan Ayı Aslında Ramazan ayını evinde sakin geçirenlerdeniz. Ama çocuklar için olabildiğince gündem ettim Ramazan’ı sosyal medyada, Kindergarten’de ve okulda.. Çok da olumlu geridönüşümler aldım. Diğer yazılarda anlattığım için tekrar anlatmıyorum. Mahremiyet Bir arada geçirdiğimiz vakitlerde çocuklar WC’ye girdiğinde kapıları açabiliyor, birbirlerinin yanında pantolonlarını indirebiliyordu. Her anneyi bu durum rahatsız etmese de ben fikrimi söyledim: Tuvaletin kapısını açmayın lütfen. Bu şekilde oyun oynanmaz. Bazı tercihlerimi anlamakta güçlük çeken arkadaşlar bazen “Çok baskı yapmıyor musun?” dediler. “İki yaşından önce çocuğuna şeker vermemek de baskı o zaman. Altı aylık bebeğe dondurma versen yer. Ama vermiyoruz. Öğle yemeği yerine cips yemek isteyen çocuğumuza da cips vermiyoruz. İlerde kendi tercihlerini kendi yapacak. Ama şuan annesi olarak yaşam tarzımızı öğretiyorum. Bize de ailelerimiz öğretti. Demekki baskı yapmamışlarki biz hala önemsiyoruz böyle şeyleri.“ İslami konular nadiren masamıza konu oldu. Ben ilgisiz davranınca çok uzamadan kapandı. Genelde iş hayatımızı, dünya ve Almanya gündemini, ortak değerleri, çocukların hayatlarında olan şeyleri konuşuyoruz. Bazen göçmen kökenli olmak, Müslüman olmak insanın içinde “Kendimi anlatmalıyım” duygusu oluşturuyor. Kimse kimseye kendini anlatmak, sorulan soruları cevaplamak zorunda değil. Karşılıklı oluyorsa olabilir. Kimse bir başkasının yaptığı hatanın yükünü üzerine alıp “Aslında biz Müslümanlar öyle değiliz” açıklamalarına girmek zorunda değil. Hayatımıza giren insanlar da buna şahit oluyor zaten. Çevrem beni tanıyarak önyargılarını aştı, Ben de onları tanıyarak önyargılarımı aştım. Karşılıklı saygı gösteriyoruz hayatlarımıza. Beslenme konusunda beklediğim anlayışı, çocuklarına birşey yedirmeden önce onlardan izin alarak ben de onlara gösteriyorum. Fotoğraf çekmeden önce “Fotoğraf çekebilir miyim?” deyip izin alıyorum. Çocuklarını dijital yetiştirmeyen aileler geldiğinde aletleri ortadan kaldırıyorum. Glutensiz beslenene glutensiz kek yapıyorum. Asitli su içenler için (biz içmesek de) asitli su alıyorum. Kafeinsiz kahve içenlere kafeinsiz kahve, süt kullanmayanlara bitkisel sütler alıyorum. Birlikte geçireceğimiz saatlerde ne yapacaksak ona göre onların da fikrini alıyorum. Ben onların fikrini aldıkça, onlar da benim fikrimi alıyor. Hassasiyetlerini dile getiremediklerini söyleyenler soruyor: “Nereden geliyor bu cesaret?” Gerçekten bilmiyorum. Kendine sürekli soru soran biriyim. Sanırım kendime verdiğim cevaplar cesaretimi arttırıyor. İsterseniz siz de sorabilirsiniz bu soruları kendinize: Ben kimim? Beni ben yapan ne? Nasıl yetiştim, nasıl geliştim? Nasıl sosyalleştim? Toplumdaki rolüm ne? İnsanlar benim hakkımda ne düşünüyor? Düşüncelerimi etkileyenler kimler? Ben kendim hakkında neler düşünüyorum? Herkesin yaşadığı çevre, karşılaştığı problemler farklı. Biz Müslümanlar hakkında çok olumsuz konuşulmayan ama ona rağmen yeterince dikkate alınmayan bir yerde yaşıyoruz. Belediye başkanımıza göre göçmen kökenliler şehre geldiği günden beri yerellerle iyi anlaşıyor. Bazı yerlerde toplum birarada yaşadığı için ilişki kurmak daha kolay oluyor. Bazı yerlerde ise tam tersi.
“Çocuklarıma Allah‘ı anlattım”
“Çocuklarıma Allah‘ı anlattım” Çevremdeki annelerin tecrübelerini önemsiyorum. Konu çocuklardan açıldığında soruyorum sorularımı: Sen neler yaşadın çocukların küçükken? Nasıl anlattın farklılıkları onlara? Kindergarten’de neler yaşadınız? Okulda neler yaşadınız? Dikkat çekmeyen konularda neler yaptın? Nasıl konuştun öğretmenlerle? Bir kaç gün önce böyle bir muhabbetim oldu tecrübelerine güvendiğim bir ablayla. Elli yaşlarında. Almanya’da yetişmiş. Çok iyi derecede Almanca da konuşuyor, Türkçe de. Kendini Türk hissettiği kadar Alman hissediyor. Çok kitap okuyan, kendini sürekli geliştiren biri. Güçlü bir kadın. Kendinden emin. Çekinmeden ifade edebiliyor kendini. Sadece kendi gibi düşünen insanların içinde yaşayan biri değil. Değişik din ve kültürlerden arkadaşları var. Okul arkadaşlarıyla hala irtibatta. Kızımın gittiği Kindergarten’e gitmiş çocukları. Müslüman çocuk pek yokmuş o zamanlarda. Bugünkü kadar dikkate alınmıyormuş Müslüman ailelerin talepleri. “Ne yaptın peki?” dedim. “Kindergarten’de hassasiyetlerimi dilegetirdim. Evde ise çocuklarıma Allah‘ı anlattım. Küçücük yaşlarda başladım anlatmaya. Ve her konuda konuştum onlarla. Sürekli konuşun çocuklarınızla, herşeyi anlıyorlar.” Ne kadar önemli bir noktaya parmak bastı. “Çocuklarınızla sürekli konuşun!” „Ben de küçük yaşlarda başladım Allah’ı anlatmaya“ dedim. “Allahı anlatmak” deyince birçok kişinin aklına günahlar veya yasaklar geliyor. Sanki Allah’ı anlatmaya günahlardan başlamak gerekiyormuş gibi. Sanki kainatta herşey Allah’ı anlatmıyormuş gibi. Zaten yaşantımızla anlatıyoruz çocuklarımıza Allahı. Kurduğumuz cümlelerle anlatıyoruz. “Allah ne kadar güzel yaratmış seni. Şu parmaklarına bir bak. Ne kadar çok şey yapabiliyorsun parmaklarınla.” “Bak ne kadar güzel yağmur yağıyor. Ağaçlar susamış, Allah onlara ihtiyaçları olan suyu veriyor.” “Gökyüzü ne kadar güzel. Dağlar ne kadar güzel. Ağaçlar ne kadar güzel. Kuşların sesleri ne kadar güzel. Dünya ne kadar güzel.” Sadece konuşarak değil, gün içerisinde Kuranı Kerim dinleyerek, yanlarında ibadet ederek, okuyarak, dünyaya, topluma faydalı bir insan haline gelerek, kul hakkına hassasiyet göstererek anlatabiliriz Allah’ı. Soru sormasa da çocuk Allahla olan bağımıza şahit olacak. İzleyecek bizi dua ederken, namaz kılarken. Cemaatle kılınan Cuma namazını izleyecek. Kabe’yi tavaf eden insanları görecek videoda. Allahtan bahsettiğimiz konuşmalara şahit olacak. Çevremizdeki insanlara yardım ederken, örümceği öldürmeden evden çıkartırken görecek bizi. Henüz konuşmaya başlamasa da bir çok soruya bu şekilde cevap alacak. Sonra sormaya başlayacak. Çok zor değil aslında çocukların sorduğu soruları cevaplamak. Çeşitliliğe önem veren Kindergartenler bile anlatıyor artık bu konuları. Bizim Kindergarten “Helal ne demek?” diye bir konu işlemiş çocuklarla biz Kindergarten’e başlamadan önce. “İlk defa böyle birşey duyuyorum” dediğimde “Çocuklar helal beslenen çocukları görüyordu. Anlamaları için helalin ne demek olduğunu anlatmak istedik.” dedi. Çoğu zaman aileler çocuklarının anlamayacağını düşünerek anlayabilecekleri şeyleri bile anlatmıyor. Oysa çocuklar Kindergarten’de 2-3 yaşlarında tanışıyor dinle. Kiliseye ait olmayan Kindergartenler bile haftalarca Weihnachten‘e (noele) hazırlanıyor. Ostern (paskalya) geldiğinde yeniden bir coşku sarıyor Kindergarten’i. Çocuklar günlerce arayacakları tavşanı, alacakları hediyeleri konuşuyorlar. Her ne kadar ‘geleneksel’ dense de sembollerle (yıldız, yumurta) anlatılıyor din çocuklara. Pek çok hikaye dinliyorlar. Şarkılarla öğreniyor önemli isimleri. St. Martin, Nikolaus, Weihnachtsmann, Christkind ile tanışıyorlar. 3-4 yaşında onca isimle tanışan çocuk neden Peygamber Efendimizle ve sahabelerle de tanışmasın ki? Diğer dinleri de tanısın, kendi dinini de tanısın. St.Martin’ı de tanısın, Hz.Ali’yi de. Nikolaus’u da tanısın, Hz. Muhammedi de. Hz.İsa’yı önce Kindergarten’de dinlesin, sonra bizden dinlesin. Duyduğu herşeyi bir kez de bizden dinlesin. Kafası karışmaz mı? Neden karışsın? Sürekli konuşulan, sürekli soruları cevaplanan bir çocuğun kafası neden karışsın? O zaten farkında Hristiyan olmadığının. Diğer yandan, toplumda her zaman karşısına farklı dinlere mensup, farklı yaşantıları olan insanlar çıkacak. Herkes herşeyi farklı yorumlayacak. Müslüman çevresinde bile herkesle aynı fikirde olmayacak. Farklı inançlar, farklı yaşam tarzları, farklı bakışaçılarıyla erkenden tanışan çocuk kendini tanıyarak güçlenecek. Aileler birbirlerini destekleyebilir bu konularda. Eminim herkesin çevresinde bu konuları önemseyen aileler vardır. Fikir alışverişleri yapılabilir, karşılıklı tecrübeler dinlenebilir. Hatta birlikte sorgulanabilir pek çok konu. Allah’ı anlatanlar neden anlatıyor, anlatmayanlar neden anlatmıyor? Hiç kimse yoksa konuşacak, internet var. Sosyal medyada bu konularda paylaşımlar yapan, hatta özel soruları bile cevaplayan hesaplar, Youtube videoları var. Yorumlarda ortak konulara ilgi duyan insanlarla tanışma imkanı var. Sosyal medya yoksa Google var. ChatGPT var, Alexa var. Bazen çocukların sorduğu bilimsel soruları cevaplayamıyor “Git ChatGPT’ye sor” diyorum. Maşallah çok da güzel cevaplıyor ChatGPT 🙂 Herkesin aradığı herşeyi bulabileceği bir dünyada yaşıyoruz artık. “How can I…” “Çocuklarıma nasıl…” “Wie kann ich..” diye başlayan bütün soruları internet cevaplıyor. Bu konuyu ciddi manada önemseyen aileler internette bir grup kurup bu konularda fikir alışverişi yapabilecek aileleri bir araya getirebilir. Yüzyüze buluşabilecekleri ortamlar oluşturabilirler. “Bu konuları konuşacak insan bulamıyorum” veya “Google’de araştırma yapmaya vakit bulamıyorum” diyenler yorumlara merak ettiklerini yazarsa ben sizin için araştırma yapar, burda yayınladığım gibi yayınlarım linkleri. *** Çocuklara Allah’ı anlatmak veya anlatmamak herkesin kendi tercihi. Herkes kendi çocukluğundan, kendi Kindergarten döneminden yola çıkabilir bu kararı alırken. Diğer Müslümanların dini yaşantısı, hataları ölçü değil alacağınız kararda. Allah’ı tanımak ve tanıtmak isteyenler için ortada iki kaynak var sadece: Kuran-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz Facebook Twitter WhatsApp BLOGA DESTEK OLMAK İSTİYORUM Bunlar da ilginizi çekebilir:
Lütfen devam edin.. Çocukların geleceği için..
Lütfen devam edin.. Çocukların geleceği için.. Dün bir öğretmenle tanıştık. Konu göçmen kökenli ailelere gelince, bloguma da geldi. Şöyle bir konuşma geçti aramızda: Ne yapıyorsun blogda? Müslüman bir ailenin hayatını internete taşıyorum. Çok okuyan var mı? Bloglar eskisi gibi okunmuyor. Çok okuyan yok ama zaten büyük bir kitleye ulaşsın diye yazmıyorum. Merak edenler Google’e yazdığında belki blogumla karşılaşır. İlgilerini çekerse tekrar gelirler. Instagramdayken öğretmenler, eğitmenler, okul müdürleri vardı listede. Nerden anlıyordun? Özelden mesaj gönderiyorlardı. Ama bence okullar hala Müslüman aileleri dikkate almıyor. Müslüman aileler deyince hemen problemler geliyor akla. Öyle ama.. Birçok çocuk Almanca bilmiyor ilkokulda. Ama dil sorunu olmayan Müslüman çocuklar da hayli fazla. Hep veli toplantılarına katılmayan göçmen kökenli aileler konuşuluyor. Gerçekten gelmiyorlar. Ama gelen de çok! Okulu ve öğretmenleri destekleyen çok sayıda göçmen kökenli aile var artık. Doğru! Genellememek gerekiyor. Gruplaştırmamak da. Benim yaşam tarzımla bir başka başörtülü annenin yaşam tarzı farklı. *** Oğlumun öğretmeniyle de bir sene boyunca bu konuları konuştuk gezilerde. Önceki sınıfında bütün öğrenciler Müslümanmış. Aileler noelde figür kesmelerine bile izin vermiyormuş. ‘Yasaklayıcı bakış açısını doğru bulmuyorum. Siz orda istediğiniz figürü koyabilmelisiniz. Kardan adam da koyarsınız. Çocuk istediğini seçer. Figür kesmekle Hristiyan olmuyor çocuklar’ deyince ‘Benim hiç bu kadar açık düşünen bir velim (Müslüman bir velim demek istedi) olmadı’ dedi. Sonra bizim sınıfa noel geldi. Kutlama yapıldı. Öğretmen çeşit çeşit figür koydu sınıfa. Kardan adam da vardı. Çocuklar istediklerini aldılar. Sonra Ramazan geldi. Hiçbir şey yapılmadı. Benim birlikte yaşama anlayışıma göre öğretmen aynı noelde yaptığı gibi bir etkinlik yapıp ortaya üç seçenek koyabilirdi: Ostern(Paskalya), Ramadan, Pessach. Kim hangisini istiyorsa onu seçebilirdi. Tabi öğretmen böyle bir aktivite de yapmak zorunda değildi ama yapabilirdi de. Kısa bir süre sonra çocuklar harıl harıl bize Ostergeschenk (Paskalya hediyesi) hazırlamaya başlayınca bu durum oğlumun dikkatini çekti: Anne ben anlamıyorum. Günlerdir size hediye hazırlıyoruz. Ama biz Ostern kutlamıyoruz ki. Neden size bayram hediyesi hazırlamıyoruz? ‘Hadi gel biz sınıfa hazırlayalım’ dedikten sonra ortaya yumurta ve ay kurabiyeleri çıktı. Yanına da bir not bıraktım. Fotoğrafların devamı burda. Öğretmen fikre bayılmış. Ramazan’ı ailelerden tepki almaktan korktuğu için konu etmemiş. Bir önceki sınıfında ailelerin yaptığı baskının aynısı bu aslında. Çocukların hayatında bir başka dine, bir başka yaşam tarzına yer vermiyor aileler. Yine bir geziye çıktık. Uzun uzun konuştuk bu konuyu. “Aileler kendi korkularından dolayı herşeye tepki verirse çocuklar birlikte yaşamayı nasıl öğrenecek? Ya birbirlerini yakından tanıyacak, kabul edecek ya da aileleri gibi bir süre sonra yollarını ayıracak, kendi içlerinde gruplaşacaklar.” dedim. “Bir de Ramazan’dan neden korkuyor ki aileler? Tanımadıkları için. Çünkü hala Ramazan deyince akıllara ‘susuzluk ve açlık’ geliyor. Oysa Ramazan insanların kendini sorguladığı, çevresini daha fazla dikkate aldığı, iyiliklerini arttırdığı bir dönem. Kime ne zararı olabilir ki?” dedim. “Biliyor musunuz, biraz da kendime güvenmediğim için anlatmadım. Belki de doğru anlatamam” dedi. “Ben size kaynak gönderirim” dedim ve o sene hazırladığım projeyi ve diğer kaynakları gönderdim. Projede Ramazan’da bir günü anlatan resimler ve bir hikaye var. Hikayede aile çocuklara Ramazan görevi veriyor. Çocuklar bütün gün kediyle ilgileniyor. Akşama birlikte iftar yapıp, iftar sonrası aile akşamında eğleniyorlar. Son sayfada ayın üzerinde yatan bir kedi var. Çocuklar onu boyayıp odalarına asabiliyor. (Bu proje Klett Kita Verlag’ın Kindergartenler için hazırladığı bir dergide yayınladı. Yayınevinden bu sene bir mail daha geldi. İçerik çok beğenilmiş. Burda yayınlandı.) “Ama anlatmak zorunda değilsiniz. Bu sizin kararınız. Anlatırsanız öğrencileriniz de aileler de değer gördüklerini hissedecek.” dedim. Bir süre sonra mailleştik öğretmenle. Dediğini yapmış. Konu konuyu açınca biraz sitem ettim: Biliyor musunuz bazen kendimi çok yorgun hissediyor, her girdiğim ortamda Müslümanların yaşam tarzına dikkat çekmek yerine geri çekilip Müslüman Community’nin içinde rahat rahat yaşamak istiyorum. Şöyle cevap vermiş: “Lütfen devam edin. Bakın bana farkındalık kazandırdı bakışaçınız.’” Öğretmenin bana yazdığını ben de size yazıyorum. Lütfen devam edin. Değişmesini istediğiniz ne varsa o yolda emek vermeye devam edin. Bakışaçınız farkındalık kazandıracak çevrenize. Yorulduğunuzda geri çekilin, bir süre dinlenin ama pes etmeyin. Bazı şeylerin değişmesi seneleri alacak olsa da, Bazı şeyler değişmeyecek olsa da, Dönüp arkanıza baktığınızda ‘en azından mücadele ettim’ diyeceksiniz. Yaptıklarınız bilinmese de, görülmese de, hatırlanmasa da çocuklarınız unutmayacak verdiğiniz mücadeleyi. “Şuan bu durumda annem olsaydı ne yapardı? Babam olsa ne yapardı?” diye soracaklar kendilerine. Yaradana olan bağınız, kendinizle barışık haliniz, insan ve hayvan sevginiz, sokaktaki bitkiye tanıdığınız yaşam hakkı, farklı yaşam tarzlarına karşı gösterdiğiniz anlayış, önemsediğiniz bütün değerler her an eşlik edecek hayatlarına. Facebook Twitter WhatsApp BLOGA ÜYE OL!
Ne çektik be abdest alıcaz diye!
Yıldızlarını seç!
Yıldız ziyaretleri yapıyorum bu aralar. Yıldız muhabbetini bilmeyenler soruyor. “Yıldız ziyareti de neyin nesi?” Sosyal medyada özel bir listem var. „Canım Yıldızlarım” adını verdim bu listeye. „Birlikte geliştiğim insanlar“ listesi aslında. İnternette kendime kurduğum dünyada yer alan insanlar. Bu yazıda anlatmıştım o dünyayı: Offline dünyanda sen sen değilsen! Neden yıldız? Yıldız ne alaka? Aslında Instagram’da çıktı bu isim ortaya. Yıldızlı paylaşımları görenler „Yıldız“ oldu. Zamanla farkettim ki, hiç de yanlış bir ifade değilmiş. Yıldız listemle olan ilişkimi, Geceleri gökyüzüyle kurduğum ilişkiye benzetiyorum. Gün bittiğinde, Zihnimdeki değerlendirmeler, sorgulamalar başladığında, Yıldızlar belirmeye başlıyor gökyüzünde. O ana sadece onlar şahit oluyor. Bazen bir kaç yıldız, Bazen onlarcası. Bazen ise hiçbiri gözükmüyor. Zihnimi meşgul eden konuları sosyal medyaya taşıyorum. Aynı konulara kafa yoran insanlarla buluşuyorum. Bazı gecelerde kulluğumuzu sorguluyoruz. Bazı gecelerde insan ilişkilerimizi. Bazen sistemsel isyanlarımızı haykırıyoruz. Bazen ise halimize gülüyoruz. Yıldız listemi ordan oraya taşıyorum. Önce Instagram’a, sonra Whatsapp’e. Şimdi ise bloga taşınıyorum. (Sen de bir yıldız olmak istiyorsan buradan bloga üye olabilirsin) Yıldız listemin hayatıma sağladığı katkıyı her buluşmada anlatıyorum. Herkesi yıldız listesi kurmaya teşvik ediyorum. Çevremde pek çok kişinin yıldız listesi var zaten. Hepsi de çok memnun listelerinden. Kullanmayanlar ise nereden başlayacaklarını bilmiyor. Eğer sen de onlardan biriysen, burdan sonraki kısmı senin için yazıyorum. Öncelikle kendine şu soruyu sor: Sosyal medyayı nasıl kullanıyorum? Eğer sosyal medyayı pasif kullanıyorsan yıldız listesine ihtiyacın olmayabilir. Çünkü yıldız listesi oluşturabilmek veya bir yıldız listesine girebilmek için aktif bir kullanıcı olman gerekiyor. (Tabi bu biraz irtibatta olduğun kişiye de bağlı. Herkesin yıldız listesi kriteri farklı) Aktif bir kullanıcı olduğunu düşünüyorsan; ilgini çeken her konuda paylaşım yapabilirsin. Zamanla paylaşımlarına ilgi duyanlar kendini gösterecek. Bu isimleri yıldız listene al. 100 kişi de olabilir aldığın isimler, 10 kişi de. Zaten değişecek arada listen. Zamanla önemsediğin noktaları fark edecek, isimleri ona göre seçeceksin. Benim listeye aldığım isimlerde aradığım özellikler şunlar: 1) Sosyal medyayı çevresiyle iletişimde kalmak için kullananlar. 2) İnsan ilişkilerine önem verenler. 3) Yargılamak yerine anlamaya çalışanlar. 4) Birbirinin sınırlarına girmeyenler. 5) Bıktırmayanlar. 6) Kendine köle aramayanlar. 7) Başkasının yaşantısına müdahale etmeyenler. 8) Birbirini destekleyenler. 9) Çıkar ilişkisinden uzak kalanlar. 10) Ortak konulara ilgi duyanlar. 11) Enerji yemeyenler. 12) Aşırı duyarlı insanlar Peki yıldız listesine giremeyenlere ayıp olmuyor mu? Bilmem, oluyordur belki. Oluyorsa söyleyin :=) , Offline dünyamızdaki ilişkilerimiz de böyle değil mi? Herkesle her konuyu konuşuyor muyuz?Konuşmuyoruz! Herkes, her şeye, her ana şahit oluyor mu? Olmuyor! Bazen aynı ortamı paylaştığımız onlarca insanla bile aynı anlara şahit olamıyoruz. Yan masada yapılan espriye yan masada oturanlar gülüyor sadece. Yıldız listesi de böyle birşey işte. O an o masada kimler varsa onlarla sohbet ediyorsun. Sosyal medya artık hayatımızın merkezinde. Merkezinde kalmaya devam edecekse şunu kabul etmemiz gerekiyor: Herşeyi görmek, herşeyden haberdar olmak zorunda değilim! Herşeyi görmemek zihni koruyan bir metod aslında. Yıldız listesi oluşturmak bir başka metod. Sessize almak bir başka metod. Diğer metodları bir başka yazıda konuşalım. Sen önce bir yıldız listesi oluştur kendine. Gökyüzünde buluşup muhabbet edelim seninle… **** Blogda yaptığım çalışmalara destek olabilirsiniz: DESTEK OL!
Doğumgünü çocuğu Hussein
Hussein doğumgününü kutladı dün akşam. Her sene büyük bir kutlama yapıyormuş. Biz bu sene ilk kez katıldık. Doğumgününü vesilesiyle senede bir gün bütün çevresiyle bir araya geliyor. İçten cümlelerle bir davetiye hazırlamış. Herkesi uyarmış davetiyesinde: “Lütfen hediye getirmeyin! Onun yerine Lübnandaki ihtiyaç sahipleri için ortaya birşeyler koyalım hep birlikte” Sordum eşine. 70 kişi gelmiş. Nasıl rengarenk bir ortam. Daha çok sarı bir ortam:) Davetliler arasında Alman-Türk, Alman-Arap, Alman-Rus da var. Herkes Almanca konuşuyor, herkes birbiriyle konuşuyor. Kendi içinde gruplaşan ve farklı bir dilde konuşan yok. Zaten çoğu birbirini tanıyor. Tanımayanlar ise ortak konularda konuşarak tanışıyor. Bizim masa kız tarafı 🙂 O yüzden damat Hussein’in çevresini tanımıyoruz. Herkes Almanca konuşsa da farklı hissediyorum kendimi bu ortamda. Bir doğumgünü kutlamasındayız, Bierbank’da (bank) oturuyoruz, ama bira kokusu yok. Sarhoş olup saçmalayan, saçmalarken kadınları aşağılayan erkekler yok. Sigara dumanı yok. Belki de içen var ama dibimde içen yok. “Senin ne işi var burda?” der gibi bakan yok. Bir farklı sıcak. Sanki akrabalar birbirleriyle. Hussein’in babası mangalın başında. Hava aşırı sıcak. Oturduğumuz yerde terliyoruz. Ama Hussein’in babası saatlerce kalıyor mangalın başında. Yanında yardımcılarıyla. Gelini “O ordan ayrılmaz zaten” diyor. Hussein ve annesi ne kadar sosyalse o o kadar içine dönük biriymiş. Ama nasıl tatlı bir baba. Hepimiz biliyoruz o yaşlardaki Müslüman teyze ve amcaların doğumgünü alışkanlıkları olmadığını. “Doğumgünü de neymiş” deyip geri çekilmek yerine, Oğlu için nasıl da uyum sağlamış ortama. Köftenin hamurunu Hussein kendi elleriyle hazırlamış. Eşi de işten sonra üç tepsi kek yapmış. “Maşallah hangi ara yaptınız bunları?” dedim. “Akşam 9’da” dedi. Hussein’in eşi iş seyahatleri yapan biri. Aşırı yoğun yani. Haftaiçi yine 3 gün iş seyahatindeymiş. “Çok yorgunum, nerden çıktı bu doğumgünü daveti” demek yerine son enerjisini eşi için mutfakta kullanmış. Yardım eden pek çok insan vardı. Annesi bir ara babasıyla misafirlere yeni banklar açıyordu. Annesini de hiç otururken görmedim. Misafirlerine ailece gösterdikleri ilgi alakaya hayran kaldım. Doğumgünü çocuğu Hussein de hiç oturmadı. Bir yandan babasına köfte taşıyor, bir yandan eksikleri gözlemliyor, bir yandan da gelen herkesi karşılıyordu. Misafirlerle tanışmaya başladım. Suriye’den gelmiş bir kadın. Geleli 8 sene olmuş. Kendini rahatlıkla ifade edebilecek şekilde Almanca öğrenmiş. Çocukları biraz daha büyüdüğünde meslek eğitimi almak istiyormuş. Gelen misafirlerin bir kısmı çok yaşlı, bir kısmı orta yaşlı, bir kısmı kendi yaşıtları. Tabi bir sürü de çocuk vardı. Onlara özel şişme oyun parkı (Hüpfburg) kurulmuş. Bir teyzeyle tanıştırdı eşi bizi. “Hussein’in British anneannesi” dedi. Kadın ne güzel şeyler söyledi manevi torunu hakkında. Bir karı koca geldi. Hussein’in eski öğretmenleriymiş. Genç bir adam hava kararınca her yere lamba yerleştirdi. “Bu da en yakın arkadaşı” dedi eşi. Lübnanlı veya Müslüman değil. Onca farklılığa rağmen çok yakın arkadaş olmayı başarmışlar. Arkadaşının yaşam tarzını bilmiyorum. Hussein dindar bir Müslüman. Ama sınırları engel olmamış kurdukları dostluğa. “Nereden tanıyor bu kadar insanı?” diye sorduk eşine. “Her yerden” dedi. Dünyanın farklı ülkelerinden, farklı şehirlerinden gelenler olmuş. Bir kısım dostluklar anne babasıyla başlamış. Hussein o dostlukların içinde büyümüş. Ailesi Almanya’ya 30 sene önce gelmiş. Geldiği gibi toplumun içine girmişler. Gönüllü işler yapmış annesi. Çok büyük bir çevresi var. Son 12 senedir ise bir yardım kuruluşunda resmi çalışıyor. Yeni gelen ailelerin ihtiyaçları, problemleriyle ilgileniyor. Görüntüsüne baktığınızda, başörtüsünü geniş örten, uzun uzun elbiseler giyinen bir kadın. Bu şekilde sevilmiş, bu şekilde kabul görmüş toplumda. Oğlu Hussein de onun kadar sosyal yetişmiş. Kocaman bir çevre kurmuş kendine. Tanıştığı insanları bırakmamış. Aramaya, sormaya, görüşmeye devam etmiş. Eski iş arkadaşları arkadaşları olmuş. Girdiği yönetim kurullarında (Vorstand) dedelerle arkadaş olmuş. Her yere girmiş çıkmış. Eşi diyor ki “Yaşadığı yeri çok seviyor. Tatilde sıkılıyor buraları özlediği için. Haftasonları sabah erkenden kalkıp yaşlılarla yürüyüş yapıyor. Hafta içleri akşamları arkadaşlarıyla buluşuyor. Sürekli insanlarla irtibat halinde.” Oturduğum masada “Hussein Youtuber olmalı, daha büyük bir kitleye ulaşmalı, gençler onu tanımalı” dedim. Eşi “Yapmaz” dedi. Hussein geldi masaya. “Sen Youtuber olsana” dedim. “Neeeeee”(olmaz) dedi. Ama “Ben yapamam öyle birşey” demedi:) Valla ümitliyim. “Valla ikna olursa yapar” dedim durdum içimden 🙂 Teknik bir ekip kursa kendine. Hayatlarından kesitler paylaşsa, çevresindeki insanlarla buluşup muhabbet etse ve o muhabbetler Youtube’da yayınlansa. Çevresinde kitap gibi insanlar var. 70-80 seneyi geride bırakanlar, toplum için yerinde duramayan iyi insanlar, çalışkan, üretken gençler.. Var da var.. Konuşacakları konular eminim gençlere yol gösterir. Her gencin aile içinde Hussein’in gördüğü desteği görme imkanı yok. Ama Youtube’da kendilerini geliştirme imkanları var. Hussein dört ay önce başlamış doğumgününü organize etmeye. Her sene bu şekilde kutladığı için çok tecrübeli. “Sen Eventmanager da olabilirsin” dedim. Adama neden yeni bir iş arıyorum bilmiyorum:) Zaten iyi bir işi var. Aslında ne kadar güzel bir tablo. Bir insanın sadece bir iş değil, bir kaç iş yapabileceğini gösteriyor. Hayran kaldım Hussein ve ailesinin insan ilişkilerine. Biz dün Hussein’in doğumgününü kutlamadık sadece. Hussein’in ömrünü kutladık! Onun yaşantısından kendime şu notları aldım: Göçmen çocuğu Hussein yaşadığı şehre kendini ait hissediyor. İnsanları dili, dini, ırkına göre seçmiyor. Herkese sıcak davranıyor, gülümsüyor, değer veriyor. Yerinde durup beklemiyor. Harekete geçiyor. Üretiyor. İnsanlarla tanışıyor. Tecrübelerini dinliyor. Toplumu gözlemliyor. Olumsuz olayları, olumsuz insanları kafasına takmıyor. Doğumgünlerinde bile toplumun farklı kesimlerini bir araya getiriyor, ihtiyaç sahipleri için bağış topluyor. Kendi değerleriyle kurduğu dünyasında kendi kalmaya, insan sevmeye, insanlarla tanışmaya ve insana değer vermeye devam ediyor. Allah razı olsun! Allah daim etsin! *** Toplumda karşılaştığım insanları yazıyorum. Size anlatmak istediğim yaklaşık 100 hikaye var. Bir de bir bölüm hazırlıyorum sizin için. Siz yazacaksınız ben paylaşacağım. Sizi buluşturabilmek için desteklerinize ihtiyacım var. Burdan üye olabilir: Üye ol! Burdan blogda yaptığım çalışmalara destek olabilirsiniz: Destek Ol!
Offline dünyanda sen sen değilsen?
Kendimi yalnız hissediyorum!
Almanya’nın farklı şehirlerinden, hatta dünyanın farklı ülkelerinden insanlarla görüşüyorum senelerdir. Hemen hemen hergün. Hemen hemen herkes aynı şeyi söylüyor: Kendimi yalnız hissediyorum! İzole bir yaşam sürdükleri için değil, İlgilerini çekmeyen ortamların, muhabbetlerin bir parçası olmak zorunda kaldıkları için yalnız hissettiklerini söylüyorlar. Hepsi sosyal insanlar. Hayatları insanların içinde geçmiş. Hala da öyle. Çevreleri kalabalık. Telefon rehberlerinde yüzlerce insanın telefon numarası var. Sosyal medya hesapları hakeza. 300-500 kişi var listelerinde. Ama iç dünyalarında yalnızlar. ‘Sadece bir kişi istiyorum. Bir kişi olsun hayatımda beni anlayan’ diyor bir arkadaş. ‘Gereksiz konulara vakit ayırmak istemediğim için uzaklaştım kalabalık gruplardan’ diyor bir başka arkadaş. ‘Keşke kimseye faydası olmayan muhabbetlerle vakit öldüreceğimize birbirimizi geliştirecek konular konuşsak’ diyen var. ‘Kötü gün dostu istemiyorum, iyi gün dostu istiyorum’ diyen de. Şöyle sözler duyuyorum diğerlerinden: ‘Girip çıktığım her ortamda para konuşuluyor. Boğuluyorum.’ ‘Tek konuşulan konu Türkiye ve siyaset.’ ‘Yemek tarifi konuşmak istemiyorum.’ ‘Okuduğum kitapları konuşabileceğim bir çevrem yok’ ‘Sadece Almanların olduğu ortamlarda hissettiğim yabancılığı sadece göçmenlerin olduğu ortamlarda da hissediyorum’ Herkes bir şekilde kabullenmiş yalnızlığını. Herkes bir şekilde kendine bir çözüm yolu bulmuş. Kimileri çevresindeki insanlarla anı yaşıyor, İç dünyasında yalnız kalmaya devam ediyor. Kimileri ise tamamen kopmuş insanların olduğu ortamlardan. ‘Bana hiçbir getirisi yok bu ilişkinin.’ diyor Evde dizi izliyor, film izliyor, kitap okuyor. Mutfakta yeni yeni tarifler deniyor. Spor yapanlar var. Göl, nehir kenarlarında yalnız yürüyenler var. Bahçesindeki meyve sebzeyle dertleşenler var. Sosyal medya fenomenlerini kendine arkadaş edinenler bile var. Halinden memnun olan da var, olmayan da. Halinden memnun olmayanlar hala bir arayış içinde. Yeni yeni insanlarla tanışıyorlar. Bazı yeni tanışmalar derin dostluklara, Bazıları ise hayalkırıklıklarına dönüyor. Herkes gibi ben de zaman zaman kendimi yalnız hissediyorum. Bazen bir ortamda konuşulan konu ilgimi çekmediğinde yerdeki karıncaları, gökyüzündeki bulutları izliyorum. Bazen kulaklık takıyorum. Zaten muhabbetin muhattabı ben değilim. Sadece o an o ortamda olmam gerektiği için ordayım. İç dünyamı anlatamadığım, karşımdaki insanla derin bir muhabbet kuramadığım buluşmalar arttığında içimdeki yalnızlık büyüyor. Pek çok metod denedim ilişkilerimde. Şöyle bir çözüm buldum kendime birkaç sene önce: Anlaşıldığımı hissettiğim, ortak konulara ilgi duyan kişileri sosyal medyada bir listede topladım. Şuan Whatsapp’de. Geçen sene Instagram’daydı. Seneye nerde buluşuruz bilmiyorum 🙂 Listedeki isimler ara ara değişiyor. Ortalama 30 kişi var. Dünyanın farklı ülkelerinde yaşıyorlar. Annem de var, yengem de. Arkadaşım da var, arkadaşımın çocuğu da. Instagram’da herkese açık kullandığım hesabımda tanıştığım insanlar da, çocukluk arkadaşlarım da. 60 yaş üstü de var, 18 yaş altı da. Ev hanımı da var, kariyer yapan da, akademik çalışmalar yapan da. Bebekli depresif anneler de var :=) Kimseyi etiketlerine göre seçmedim. Tek bir amacım vardı: Çevremle irtibatta kalmak ve muhabbet etmek. Muhabbete dahil olmak isteyen herkese açtım paylaşımları. Sesi soluğu çıkmayan herkese kapattım. Ne paylaştım? Ne paylaşıyorum? Gündelik hayatımda karşıma çıkan olayları. Bazen bahçedeki salatalıkla yaptığım muhabbeti paylaşıyorum. Bazen toplumda gördüğüm yanlışları. Bazen hayalini kurduğum toplumu. Bazen özel paylaşımları. Bazen gelen mesajlardan ekran kaydı alıyorum. Öyle güzel mesajlar geliyor ki. Ortanca paylaşmıştım bir gün. Onu alabilmek için 2 ay Cafe’de kahve içmediğimi söyleyince şöyle bir yorum gelmişti: Sosyal medyada kendime kurduğum küçük dünya içimdeki yalnızlığı dindirdi. Kimse bana ‘Nasılsın?’ diye mesaj yazmıyor artık. Podcast gönderiyor. Kitap kapağı gönderiyor. Yazı gönderiyor. Youtube videosu gönderiyor. Ve altına şöyle yazıyor: Bunu bir dinle/oku/izle sonra üzerine konuşalım. Bazen 10-15 dakikalık sesli mesajlar geliyor. Mesaj şöyle başlıyor: ‘Yine bir şey yaptım. Doğru mu yaptım bilmiyorum. Senin fikrini merak ediyorum.’ Herkes birbirinin düşüncelerinden istifade ediyor. Bir odada toplanıp ilgimizi çekmeyen konularda muhabbet etmek yerine, internette konuların etrafında toplanıyoruz. Pek çok pozitif etkisini gördüm bu metodun. En önemlisi; Hayatımda olan insanları okumak (burdaki yazıda anlattığım gibi) ufkumu geliştirdi. Belki seneler öncesinde kalsaydı bu ilişkiler, Birbirimizi bu kadar anlamayacak, Birbirimizin tecrübelerinden faydalanamayacaktık. Bazen bulunduğumuz ortamlar fırsat vermiyor ilişkilerimizi derinleştirmeye. Bazen grup ilişkileri izin vermiyor. Bazen öne çıkan kimlikler izin vermiyor. Bazen etiketler izin vermiyor. Bazen takıntılar izin vermiyor. Sosyal medyada ise kontrol kendi elimizde. Ortama uyum sağlamak zorunda değiliz. Muhabbeti yönetmek kendi elimizde. İlgi duymadığımız konulardan uzaklaşmak kendi elimizde. Kendinizi gerçekten yaşadığınız yerlerde yalnız hissediyorsanız kendinize sosyal medyada küçük bir dünya kurabilir, insanları iç dünyanıza misafir edebilirsiniz. Önce herkese açık paylaşabilirsiniz ilginizi çeken konuları. Gelen yorumlar rahatsız ediyorsa küçültün listeyi. (Beni yorumlardan çok sessiz izlenmek rahatsız ediyor.) Emin olun en az 5 kişi bulacaksınız ortak konular konuşabileceğiniz. Onların da yalnızlığına merhem olacak bu paylaşımlar. ‘Ne paylaşayım ki?’ diyorsanız eğer, Zihninizde anlam bulan herşeyi. ‘Keşke şuan biri olsa da şu konuyu konuşsak’ dediğiniz herşey. Zamanla muhataplarınızı daha iyi tanıyacaksınız. Ortak konularınız olacak. Sevdikleriniz uzakta olabilir. Senelerdir görüşmüyor olabilirsiniz. Ama yalnız değilsiniz. Sizi seven, sizi anlayan, sizinle aynı dili konuşan insanlar var. Yapmanız gereken tek şey onlara ulaşmak.
Seni okumaya geldim..
Kendimle buluştuğum günlerden biri. Cafedeyim. „Ne içersin?“ dedim kendime. „Kahve alayım“ dedi. „Nasıl hissediyorsun şuan kendini?“ diye sordum. Başladı anlatmaya. Güneşle birlikte doğdum güne. Gün içerisindeki en büyük hedeflerden biri belki de bu. Çevremle birlikte güne başlamak. Karga geliyor her sabah bahçeye. Bakışıyoruz. “Günaydın arkadaşım!” Kuşlar başlıyor cıvıl cıvıl ötmeye. “Ooo şenlik var sizin mahallede!” Horoz sesleniyor yan bahçeden. „Sana da günaydın garaş!” Karıncalar çıkıyor yuvasından. Sessiz bir gecenin ardından, Hayat yeniden başlıyor. Herkes görevinin başında, Herkes bir işle meşgul. Dakikalarca gökyüzünü izliyor, bulutların gelmesini bekliyorum. İlk görünen bulutta “çok şükür” diyorum. Çok geçmeden hüzün kaplıyor içimi. Gelen bulut bir kaç dakika sonra gidiyor. Dünyayı durduramıyorum. Zamanı durduramıyorum. Ölümü hatırlıyorum o an. Acaba ne kadar vaktim kaldı bu dünyada? Neler yapabilirim kalan vaktimde? Neler üretebilir, Neleri değiştirebilirim? Değiştiremediğim şartlara nasıl uyum sağlayabilirim? Bazen kitap okuyorum güneş doğarken. Bazen çevremi kitap gibi okuyorum. Bu sabah da öyle bir sabahtı. Arkadaşımdan gelen sesli mesajları sesli kitap gibi okudum. Anlaşılmıyor olmaktan, iç dünyasındaki yalnızlıktan bahsetmiş. Denize benzettiğim yalnızlığımdan bahsettim ona. “Şiir defterime yazıcam bu cümleleri” dedi. “İlk kez şiir defterime bir misafir konuk olacak” dedi. Allahım nasıl güzel bir yorum! Misafir oluyorum ona. Bedenimle değil, ruhumla. Sabah sabah derinleştim onun mesajıyla. Düşüncelere daldım yine. Çevremde herkes kitap gibi. Onları dinlemek kitap okumak gibi. Kitabı yayınlanmamış yazarlar her biri. Bazen ekran kaydı alıyorum yazdıkları mesajlardan. Basılmasa da, seneler sonra fotoğraflarıma baktığımda tekrar karşıma çıksın bu yazı istiyorum. Bazen not defterime taşıyorum mesajı. Bazen kendime bir yazı yazıyorum. Bazen paylaşıyorum yazıyı, bazen paylaşmıyorum. Çevrem benim kitaplığım aslında. Sık sık fikrine ihtiyaç duyduğum isimleri gündelik okuduğum kitapların arasına koyuyorum. Mutfakta usta olanlar bir rafta. Dünyayı iyi tanıyanlar bir rafta. Psikolojik konular bir rafta. Sosyolojik konular başka bir rafta. Bilimsel konular, yeni trendler, dijital dünya, Gen Z, Gen Alpha, Gen Boomer derken raflarım birbirinden farklı kitaplarla şekil alıyor. Her bir rafta hayat hikayeleri var. Bazen ağlıyorum onların hayatlarını okurken, bazen kahkhalarla gülüyorum, Bazen cesaretlerinden, Bazen pişmanlıklarından ders alıyorum. Riske girmeyi sevenler heyecanlandırıyor beni. Pes etmeyenler güçlendiriyor. Birşeyleri ilk kez deneyenler motive ediyor. Kimler yok ki kitaplığımda?Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım, hayatlarına ‘Abla’ olarak alanlar, iş hayatımda karşıma çıkan insanlar, gönüllü işlerde tanıştığım hayatlar, spor kulüplerindeki ilişkilerim, çocuklarımın arkadaşlarının aileleri. Mücadele var. Motivasyon var. Direnç var. Dram var. Başarı var. Başarısızlık var. Sabır var. Ümit var. Bir de memnun olmadığım ilişkilerim var kitaplığımda. ‘Zorunlu ilişkilerim’ adını taşıyan rafta yerini alanlar. Elimin pek ulaşmadığı yere koyuyorum. Mecbur kalmadıkça okumuyorum. Bir de okurken sıkan kitaplar var. Deniyorsun deniyorsun bir türlü ilerlemiyor. Bir kaç sene veriyorum aramızdaki ilişkiye. Değişmiyorsa çıkartıyorum kitaplığımdan. Seneler sonra tekrar denemek üzere kartona koyuyorum. Çünkü bazı karşılaşmaların yanlış zamanda olduğunu düşünüyorum. Kitabı kartona koyarken ‘Belki de benim seni okuyabilmem için önce kendimi okumam ve gelişmem gerekiyor. Belki de senin kendini okuman gerekiyor.’ diyorum. Senelerdir dokunmadığım kitaplarım da var kitaplığımda. Hayatıma almış, öylece bırakmışım bir kenarda. Yeni kitaplarıma odaklanmış, eskilerin hayatıma kattığı değeri unutmuşum. Belki de artan kitap sayısı arasında kaybolup gitmişler. Bir gün seni okuyacağım diye diye seneler geçmiş. Okuyamamışım. Buluşamamışım onların fikir dünyasıyla. Yeniden okumaya başladığım kitaplar da var. On sene önce anlamadığım kitapları daha iyi anlıyorum bazen. Bazen on sene önce anladığım kitapları bugün anlamıyorum. Yeniden kararlar alıyor, kitaplığımdaki yerini değiştiriyorum. Buluştuğum her insana içimden ‘Seni okumaya geldim’ diyorum. Bana öyle şeyler anlat ki, Burdan ayrılırken ikimiz de ‘İyi ki gelmişim. İyi ki vaktimin iki saatini seninle geçirmişim’ diyebilelim. Dünyanın dört bir yanında insanlar hak mücadelesi verirken, acı çekerken, yaşadığımız toplumda üzerimize almamız gereken sorumluluklar varken, oturup kalkıp konuşacağımız konular sulu börek, temizlik, onun bunun hayatı olmamalı. Sen nasıl oluşturuyorsun çevreni? Kitaplığında kimler var? Kim, ne katıyor ilişkine? Kiminle gelişiyor, kimlerle yerinde duruyorsun? Kimler dinliyor seni? Kimler susturuyor? Kimler dalıyor seninle denizin dibine? Kimler denizin kıyısında bekliyor?
Kendini nereye ait hissediyorsun?
“Kendini nereye ait hissediyorsun?” diye soruyorum çevreme. „Hiçbir yere” diyor biri. Bir diğeri „Berlin’de büyüdüğüm mahalleye“ diye cevap veriyor. “Hem Türkiye’ye, hem de Almanya’ya” diyenler çoğunlukta. „Türkiyeyle hiçbir bağım yok benim“ diyor başka bir arkadaş. Alman toplumundan nefret eden de var, Türk toplumundan nefret eden de! “Dünya insanıyım ben” diyor biri. Yakın çevresine sadece Türkçe konuşan insanları alanlar da var, kayınvalidesiyle, eşiyle, çocuklarıyla dört beş dört dilli ilişkiler kuranlar da. Çemberi daraltıyor bazıları. “Kadın da olsam kadınların olduğu ortamlara ait hissetmiyorum” diyor. „Özgür yaşıyorum ama özgürlük adı altında herşeyi deneyen insanlara ait hissetmiyorum kendimi“ diyor bir arkadaş. “Başörtülüyüm ve dini sınırlarım var. Ne dindar cemaatlerde kabul görüyorum, ne de liberallerin arasında” diyor bir başka arkadaş. Kimi bağlı olduğu tarikatı söylüyor, kimi cemaati. Herkes bir şekilde bir yerlere ait, bir yerlerde yabancı hissediyor kendini. Bugün bir arkadaşla konuşuyorduk bu konuları. “Kendimi nereye ait hissediyorum biliyor musun?“ dedim. „Spor salonuna” Sağlık sıkıntılarım yönlendirdi beni spora. Dinmeyen baş ağrılarım, kas, mide, bağırsak problemlerim, yaşadığım gündelik stres kısa sürede kayboldu gitti. Daha da ötesi oldu. Toplumda aradığım pek çok şeyi spor salonunda buldum. Birbirini gören, dinleyen, anlayan, gülümseyen, eleştirmeyen, küçümsemeyen insanlarla karşılaştım. İçinde yaşadığım toplumla karşılaştım aslında spor salonunda. Farklı bir boyutta. Kim, kimdir bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Kim göçmen, kim burda doğmuş anlaşılmıyor. Kimse de sormuyor. Bazen kapıda duran arabalardan anlıyorum içerde zenginler olduğunu. Bazen içeri bir kadın giriyor. Herkes tanıyor onu. İsmini Google’e verince anlıyorum politikacı olduğunu. Kimse kimseyi parasıyla, akademik kariyeriyle, pozisyonuyla dövmüyor. Kimse kimseye silik davranmıyor. Herkes kalp atışlarıyla meşgul. Herkes nefes nefese kalıyor. Herkes zorlanıyor. Bazen derin derin nefes alan, “ölüyorum” diyen teyzeler diğer teyzeleri güldürüyor. “Kaç yaşındasınız?” diye soruyorum teyzeye. “80 yaşındayım” diyor. 5 sene önce başlamış spor yapmaya. ** Bazen çok fazla somurtan insanla karşılaşıyorum gün içerisinde. Yüzü gülen birilerini görmek için Fitness’e gidiyorum. Önce antrenörler gülümseyerek karşılıyor. Sonra diğer kadınlar. Herkes birbirine selam veriyor. Öğle vardiyesinde olan antrenörler sonradan geliyor. Uzaktan ‚Merhaba‘ deyip sürü muamelesi yapmıyorlar. Tek tek yanımızdan geçip gözlerimizin içine bakarak gülümsüyorlar. ** Kimse kimseye “Yapamazsın, başaramazsın” demiyor. Kimse kimseyi iğnelemiyor. Kimse kimseye eksiklerini hatırlatmıyor. Kimse kendiyle alakalı problemlerini başkasına kusmuyor. Kimse kimsenin dış görüntüsünü bakışlarıyla küçümsemiyor. Ev kıyafetleriyle gelen de var, baştan aşağı marka giyinen de. ** Kimse bana “Neden başörtülüsün?” diye sormuyor. „Türk müsün?“ diye soran da yok. Ramazan’da susuz kalacağımı bilen antrenör „Çok sağlıksız yaptığın“ demiyor „Olsun, Ramazan’dan sonra devam edersin“ diyor. Ramazan sonrası „Nasıl hissediyorsun 1 ay oruç tuttuktan sonra?“ diye merak ediyor. Kimse aksanlı Almanca konuşan kadınlara “Mülteci misin?” diye sormuyor. Bazen dakikalarca Ukraynaca konuşuyor bir grup kadın. Farsça konuşuyor bazı kadınlar. Kafa sallayan da yok, parmak sallayan da. ** Bazı insanlar sınırları koruyor. Bazıları ise hemen muhabbete giriyor. Sporla başlıyor muhabbetler. Sonra iş hayatı, çoluk çocuk, ev işleriyle devam ediyor. Bazen ağır gelen annelik görevlerimden bahsediyorum. “Seni çok iyi anlıyorum” diyor karşımdaki anne. O da kendinden bahsediyor. Bazen kızını bırakacak yeri olmadığından yanında getiriyor. “Ben de torunuma bakıyorum. Beş dakika oturamıyorum yerime” diyor bir anneanne. “Biz de çocuk büyüttük, siz 2 çocuğa bakamıyorsunuz” demiyor hiç kimse. ** 50 yaş üstü kadınların muhabbetlerini dinliyorum. Bir kadınla karşılaşıyoruz arada. 58 yaşında. Müthiş pozitif enerji dağıtıyor etrafına. Anaokulunda çalışıyormuş son 5 senedir. Hiç komplekse kapılmadan “Ev hanımıydım ben. Önce çocuklarımı büyüttüm, sonra anneme baktım” diyor. Muhabbet çocukla devam ediyor. “Çok şükür 30 yaşındaki oğlumu evlendirdim geçen sene. İnşallah (Arapça söylüyor bunu) geri gelmez“ diyor. “Aaa bu bizim oğlunu evlendiren Ayşe Teyze değil mi diyorum” içimden. ** Crtsi sabah 10’da beni salondan çıkarken gören bir kadın „Ne güzel erkenden gelmişsin” diyor. “Kalktığımız gibi gelmezsem gelemiyorum ev işlerinden” dediğimde “Ev işleri bekleyebilir” diyor. Aaa aynı annem gibi konuştu diyorum. “Babaları yapar” dediğimde “Daha da iyisi! Bizim zamanımızda biz yaptıramadık!” diyor. Aaa şimdi de kayınvalidem gibi konuştu diyorum. ** 70 yaş üstü zengin kadınların muhabbetlerini de keyifle dinliyorum. Teyze yanındaki kadına anlatıyor: Geçen gün denedim Tesla’yı. Beğenmedim, almadım. Belki de ben kullanmayı beceremedim. ** Bir kadın duruyor yanımda. Ayaküstü muhabbet ederken kendinden bahsediyor: “Ben Makedonya’da Hukuk okudum. 11 sene Bakanlıkta çalıştım.” “Şimdi ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumda, “Bir Huzur Evi’nin mutfağında çalışıyorum. Almanya’ya geldiğimden beri bedensel işler yapıyorum” diyor. “Bu konuyu muhakkak uzun uzun konuşmalıyız” deyip numaramı veriyorum. ** Spor salonundaki dayanışmayı izliyorum bazen. Kimsenin cesaret edemediği bir şey denemek istiyor bir kadın. “Galiba yapamayacağım” dediği yerde diğer kadınlar onu desteklemeye başlıyor sözleriyle. Tezahürat edenler oluyor. Kadın başardığında alkış kopuyor salonda. Wow! Kadını nasıl da kendine inandırdılar diyorum! ** Bir sene önce yeniden başladığım Fitness’e son üç aydır hergün gidiyorum. Kas geliştirmek, kilo vermek, forma girmek için gitmiyorum. Hiyerarşiden uzak kalmak istediğim için gidiyorum. Çevremdeki insanların mesleklerini, mal varlıklarını, pozisyonlarını duymadan ilişki kurmak istediğim için gidiyorum. Gülümseyen insan görmek istediğim için gidiyorum. Bir de herkes gibi stres atmak, zihnen rahatlamak, zinde kalmak için. Ve her gittiğimde, kendimi oraya ait hissediyorum. (Fitness deyince aklınıza o koca koca salonlar gelmesin. Küçücük bir salonda, en fazla 15 kişinin bir çemberde (Zirkeltraining), 5 kişinin aletlerde (Ausdauertraining) spor yapabildiği bir ortam)
Meryem’in tenis oynayamayan annesi
Dün oğlumu tenis oynarken izledim. Yanımda duran kızım da oynamak isteyince ‘Ben de oynamak istiyorum ama bak oynayamıyorum’ dedim. ‘Neden oynamıyorsun?’ dedi. Nerden başlasamki anlatmaya. Çıkışta antrenör kızla konuştuk. ‘Başörtülü olduğum için senelerdir tenis oynayamayacağıma inandım. Minik etek giymek zorunda mıyım?’ deyince ‘Tabiki hayır’ dedi. Konuşmaya şahit olan oğlum eve dönerken ‘Anne sen niye benim yaşımda tenise başlamamıştın?’ diye sordu. Nerden başlasamki anlatmaya.. ******** Bu sabah patenlere bindik, çıktık yola. 4 yaşındaki kızımın elinden tutuyordum. O sırada arabasıyla yoldan geçen 80 küsür yaşındaki komşum durdu: ‘Sen düşme ki çocuk da düşmesin’ dedi. ‘Çocuk düşmezse ben de düşmem’ dedim. Kızım ‘Neden öyle dedi?’ dedi. Nerden başlamasamki anlatmaya.. Evin yakınlarındaki Skater Park’a ulaştığımızda diğer komşumu gördüm. O da çocuklarıyla gelmiş. 40 küsür yaşlarında. ‘Cesaretin var mı burdan kaymaya?’ dedi. ‘Pek yok. Ama belki denersem aşarım korkumu’, dedim. ‘Benim de yok. Ben de hiç denemedim’, dedi. Konu patenlerden açılınca sporla devam etti. Kendisi Handball ile büyümüş. Şimdi de çocuklara antrenörlük yapıyormuş. ‘Biz maalesef sporla büyümedik’ deyince ‘Ama baban güreşçi değil miydi?’ dedi. Nerden başlasamki anlatmaya… Önce o başladı anlatmaya. Çocukluğunu, kendi çocuklarını anlattı biraz. Sonra antrenörlüğünü. Handball’a Türk, Arap kültürlerinden pek ilgi yokmuş. Neden Türk ailelerin Handball’a ilgisi olmadığını sordu. ‘Ben kendim Handball oynayabildim mi ki çocuğumu oynatayım?’ demek istesem de ‘Bu ilgisizliğin arkasında farklı farklı nedenler var. Ben mesela en son okuldayken Handball oynadım. Örtündükten sonra kulüblerde spor yapma imkanım olmadı’ dedim. Sonra o dönemin şartlarını konuştuk. Engellenen kızları. Bazı ailelerde engel anne babaydı. Anne baba özgür bıraksa, mahalle engelliyordu. Bazı başörtülü kızları ise öğretmenleri, spor kulüpleri engelliyordu. Basketbol kulübü başörtülü kızları maçlara çıkartmıyordu. Maça çıkartmayacağı kızları çalıştırmak istemiyordu. Okullarda bikini giyinmeyen kız çocukları yüzme derslerine katılamıyordu. Havuzlar zaten haşemaya izin vermiyordu. Bisiklet sürmek, paten kaymak Türk kültüründe ayıplanıyordu. Başörtümüzü çıkartsaydık kökten çözer miydik bu sorunu? Evet! Anında! Ama çıkartmadık. Mücadele ettik! Spordan uzak yetişmiş anneler de olsak, Tenis kulübüne ‘Mini etek giymek zorunda mıyım?’ diyecek kadar açıksözlü, Yüzme havuzunda haşemadan rahatsız olduğu için şikayetçi olan ninelere ‘Benden rahatsız oluyorsanız ben bu hafta hergün 14-16 arası burdayım. Haberiniz olsun’ diyecek kadar cesur, Çocuklarını antrenmanlara yetiştirecek, saatlerce maçlarını izleyecek kadar spor sevdalısı, Attığı her golde bağıracak kadar eğlenceli, ‘Acaba ben de bir gün topu atarken potada sallanabilir miyim’ diyecek kadar hedefe odaklı, Pozitif ruhlu, sportif ruhlara sahip kadınlar olduk. Birçoğumuzun kendi tercihi değildi spordan uzak kalmak. Ama şartlar değişti. Başörtüsü artık spor yapmaya engel değil. Babalar (istisnalar hariç) çocuklarının spor yapmasına engel değil. Eşler (istisnalar hariç) eşlerinin spor yapmasına engel değil. Mahalle hala engel de olsa, mahalleyi değiştirmek eskisi kadar zor değil. Yapılabilecek tek birşey var. Kabuğu kırmak! Kolay olmuyor o kabuğu kırmak! Bazen insan kendini ikna edemiyor! Bazen ikna ettiği yerde çevresi tekrar eski alışkanlıklarına dönmesi için ikna ediyor. Motivasyon kaynaklarına ihtiyacımız olabilir. Bir kaç motivasyon kaynağım var. Biri Stadtradeln. Diğerilerinden bir başka yazıda bahsederim. Stadtradeln’i duymuşsunuzdur. Bizim anaokulundan katılan 19 kişiden biriyim. Hedefim birinci olmak değil, motivasyonumu daim kılmak. Zaten birinci olmam mümkün değil. 20 gün oldu başlayalı. Birinci sırada yer alan kişi 465 km yol yapmış bile. İkinci kişi 268 km, üçüncü kişi 250 km. Sizin spor hayatınız, alışkanlıklarınız ne durumda? Düzenli ise, nasıl düzene soktunuz? Düzenli değil ise, hangi engellere takılıyorsunuz?